Bilim dünyasında 1929 yılına kadar genel olarak materyalistçe bir
düşünce olan, evrenin sonsuzdan beri var olduğu fikri hakimdi. Bu aynı
zamanda maddenin ezeli olduğunu kabul edip yaratılışı inkar etmek
demekti. “Durağan evren modeli” olarakta isimlendirilen bu görüşü
yeniçağda ilk savunan Alman felsefeci Kant olmuştur. Aksi bilimsel
yönden ispatlanamadığından dolayı da o dönemde özellikle materyalist
bilim adamları bu görüşe sahip çıkmıştır.
Fakat 1929 yılında bir haber dünya basınına adeta bomba gibi düşmüştür.
Edwin Hubble adlı bilim adamı dev teleskobu ile gökyüzünü incelerken
yıldızların birbirinden hızla uzaklaştığını tespit etmişti. Bu, evrenin
genişlediğinin apaçık bir deliliydi. Bu önemli keşif o dönemde halkın
anlayabileceği şekilde şöyle açıklanmıştır: Şişen bir balon düşünün,
balonun üzerinde siyah lekeler olsun ve bu lekeler sert bir plastikten
yapılmış olsun. Balonu şişirmeye devam ettikçe balon şişer ama siyah
lekeler sabit olarak kalır, büyümez. İşte bu siyah lekeler yıldızlara,
aralarındaki genişleyen yüzey ise yıldızlar arasındaki uzay boşluğuna
işarettir. Evrenin genişlediğinin tespit edilmesi çok önemliydi. Çünkü
evren genişlediğine göre zamanda geriye doğru gidildiğinde çok daha
büyük bir evren, daha geriye gidildiğinde tüm yıldızların yani maddenin
bir zamanlar birleşik olduğu ve daha geriye gidildiğinde ise merkezde
olduğu tespit edilen korkunç çekim gücü nedeniyle yoktan bir anda büyük
bir patlamayla var edildiği kanıtlanmış oluyordu. Bu ise evrenin
sonsuzdan beri varolmadığının aksine bir anda yoktan var edildiğinin
yani yaratıldığının apaçık bir deliliydi.
Asrın bu büyük buluşuna İngilizce “büyük patlama” manasına gelen BİG
BANG adı verildi. Fakat Fred Hoyle ve Arthur Eddington gibi ateist
bilim adamları gözlemleri kabul etmiyor ve deneysel kanıt olmalı
diyorlardı.
Şimdi evrenin yaşama uygun olarak dizayn edilişinin mucizeviliğini
beraber tefekkür edelim. Hayat muhteşem ve kusursuz bir planın
neticesinde var edilmiştir. Bu planı, tüm plan ve projelerin kayıtlı
olduğu yer olan Levh-i Mahfuz’dan okuyor gibi tefekkür edebilirsek
belki mükemmelliğini azda olsa kavrayabiliriz.
Düşünün ki İnsan denen varlık için bir ev yaratılacak. Öncelikle
hareket edebilmesi için gıdaya ve enerjiye ihtiyacı olduğundan evi olan
dünyanın her tarafına meyve ağaçları, sebze ve tahıl dediğimiz
yiyeceklerin tohumları ekilmiş, kara ve deniz canlıları yaratılmış ve
su dediğimiz elementten evinin belirli yerlerine okyanus, deniz ve göl
dediğimiz havuzlar yerleştirilmiştir. Sonra hayat kaynağı olan su
dediğimiz elementi dünya evinin her bölgesine ulaşıp tüm tohumlar ve
canlıları sulaması için bir su havuzu olan okyanus ve denizlerden,
ırmak, akarsu ve nehir dediğimiz kanallar açılmış ve yağmur dediğimiz
sistem düzenlenmiştir. Ve hem yağmurun oluşumu için suyun buharlaşması
gerektiğinden, hem dünyanın evren denen boşlukta dönebilmesi için, hem
tüm canlılara ısı ve enerji kaynağı olması için, hem de dünya evine
ışık vermesi için güneş dediğimiz yıldız yaratılmış ve dünyamız
güneşten yararlanabileceği en uygun mesafe olan 149,5 milyon kilometre
uzaklığa yerleştirilmiştir. Sonra hem güneşin çekim gücü çok yüksek
olduğundan dolayı, güneşe yaklaşıp kavrulmaması için, hem dünyanın her
bölgesin de bulunan canlıların güneşten istifade etmesi için, hem de
gece ve gündüz dediğimiz kavramların oluşması için dünya kendi
ekseninde döndürülmüştür. Sonra ağaçların tekrar meyve verebilmesi,
yaprakların dökülüp tekrar yenilenmesi gibi bir çok ihtiyaçtan dolayı
dünya güneşin ekseninde elips olarak döndürülerek mevsimler
düzenlenmiştir. Sonra hem dünyanın kendi ekseninde ve güneşin ekseninde
dönmesinden oluşacak sarsıntıyı, hemse dünyanın merkezindeki ısı motoru
olan çekirdeğin sebebiyet vereceği sarsıntıları engellemesi ve emmesi
için dağlar yaratılmıştır. Ayrıca meteor ve göktaşlarına hedef olmaması
için Jüpiter ve Ay çevresine bir güvenlik görevlisi olarak
yerleştirilmiştir. Ay ayrıca dünyayı güneş sistemi içinde dengelemiş ve
dünyanın gece lambası olmuştur.
Dünyanın dönmesi zaruri olduğundan, dönerken sırtındaki canlıları uzaya
fırlatmaması için hava basıncı ve yer çekimi yaratılmıştır. Ve her biri
dünya için ayrı bir öneme sahip olan yedi farklı hava tabakasıyla
çevrilmiştir. Ve insan bitkilerden elde ettiği gıdayı yakarak enerji
elde edeceğinden, yakıcı özelliği olan oksijen yaratılmıştır.
Saydığımız bu unsurlardan bir tanesi olmasa idi hayatın oluşması
sebepler dairesinde asla mümkün olmazdı. Bu unsurlar ayrıca çok hassas
bir denge ve oran içinde hareket ederler. Öyle ki bilim adamları
evrenin her yerinde bulunan bu hassas dengeye “Fine Tuning” (İnce ayar)
adını vermişlerdir.
Dünyanın özel konumunu daha iyi kavramak için bu dengeleri de kısaca
özetleyelim. Mesela dünyamız 1670 km. hızla kendi ekseninde 108.000
hızla da güneşin çevresinde dönmektedir. Eğer dünyamız biraz daha hızlı
dönseydi güneşin çekim alanından uzaklaşacak ve uzaya savrulacaktı.
Biraz daha yavaş döndüğünde ise güneş tarafından çekilecek ve korkunç
bir patlamayla yutulacaktı. Peki dünyayı 1670 km. hızla sabit tutan
kimdir? Yoksa milyarlarca yıldır dünya bu hızını tesadüfen mi
korumaktadır.
İkinci olarak dünyanın güneşe olan uzaklığı da olması gereken en ideal
mesafededir. Eğer dünyamız güneşe şu an olduğu mesafeden biraz daha
yakın olsaydı gezegenimiz sıcaktan kavrulacaktı. Biraz uzaklaştığında
ise gezegenimiz buzul çağına girecek ve yaşam mümkün olmayacaktı.
Mesela Plüton gezegeni güneşten uzak olduğundan dolayı –238 °C olan
dondurucu bir soğuğa sahiptir. Venüs ise güneşe yakın olduğundan 450 °C
sıcaklığa sahiptir. Peki dünyayı güneşe en mükemmel uzaklık olan 149,5
km. uzaklığa yerleştiren kimdir?
Dünyamızın 23,5° açıda eğik olarak döndürülüyor olması da çok
önemlidir. Çünkü eğer bu açıda eğik olarak dönmeseydi yazlar canlıların
yaşayamayacağı bir sıcaklıkta, kışlar ise yaşanmaz bir soğuklukta
olacaktı.
Ayrıca atmosferimizde %21 oranında oksijen bulunmaktadır. Eğer oksijen
oranı biraz daha düşük olsaydı canlılar solunum yapamayacak, biraz daha
yüksek olduğunda ise bir şimşek çakmasıyla hava tutuşacaktı. Ve
bitkiler durmadan oksijen ürettiği, insanlar ve hayvanlarda durmadan
oksijen tükettiği halde havadaki bu hassas oran niçin değişmemektedir.
Yine mesela Ay dünyaya daha yakın olsaydı çekim kuvveti sebebiyle dünya
sular altında kalırdı. Biraz uzaklaştığında ise dünya meteor
yağmurlarına maruz kalırdı. Peki Ay ile dünya arasındaki en ideal
mesafe olan 280.000 km.’yi kim düzenlemiştir?
Hatta şu ana kadar saydığımız tüm dengeler ve özellikler olsaydı da,
sadece güneş biraz daha büyük veya küçük olsaydı yine dünyada hayat
olmazdı. Çünkü güneş biraz büyük olsaydı sıcaklığı ve çekim gücü fazla
olurdu. Ya dünyamız yanarak kavrulur veya çekim gücü arttığından güneş
tarafından çekilir ve yok olurdu. Tam tersi olsaydı yani güneş biraz
daha küçük olsaydı, o zamanda dünyamız; ya yaşamı imkansız kılacak
kadar soğuk olur, yada küçülmesiyle çekim kuvveti de azalacağı için
dünyayı yörüngesinde tutamayacağından dünyamız da uzayda avare gezerken
bir gezegene çarpıp yok olurdu.
alıntı..
yukarda yazılanlar evrenin özelliklede dünyanın insanlar için yaratıldığını kanıtlamazmı..